Kurtalan ekspresi Mısırç köyünün kaderini değiştiren en önemli tarihsel değişimidir.
Tren raylarının uzandığı bu son durak olan köy tren gelişiyle ilçe merkezi olmuştu. Sonrasında göç alarak büyük cazibe merkezi olmuştu. İlçeye trenin gelmesiyle günden güne büyümeye başlamıştı. Bu tren sayesin de ulaşımın kolaylaşması sayesinde insanlar başka şehirlere gidip gelmeye başladı. Kurtalan Ekspresi Kurtalan’ın ismini geçtiği her il ve ilçede tanıtımına katkı sunmuştu. Efsaneleşen bu tren tarihe bir not düşerken Kurtalanlı genç ve çocuklarında hayallerini süsleyip güzel bir nostaljik anı bıraktırmıştı. Gazete makalelerinde veya şiirde bunlara rastlamak güzel bir duygudur. Yazıya bu duyguları anlatanlara bırakalım.
Kurtalan Garı
Enver SEZGİN
27.10.2015
1960’lı yılların Kurtalan’ı dört bin nüfuslu küçük bir kasabaydı. Ahalisinin meşguliyeti için söyleyebileceğim; biraz tarım, birkaç küçük esnaf. Tüm ekonomik faaliyet bunlarla sınırlıydı. Kış aylarında akşam erken inerdi; karanlık bastırdığında da hemen herkes evine kapanmış olurdu.
Yaşayanlar bilecektir, yaz ayları çok sıcak olur buralar. Öğlen vakitlerinde dışarıda az sayıda insan görürsünüz. Yolların kalabalıklaşması ancak ikindi vaktinde olur. Konumlanışıyla L şekli çizen çarşı da bu saatlerde canlanır. Çarşının en ucunda polis karakolu, yanında ise Ziraat Bankası vardı.
Oradan devam edersek manifaturacı, iki- üç adet bakkal dükkânı, fırın, berber, terzi, küçük bir lokanta, birkaç kahvehane… Sıcaktan kurtulmanın, biraz olsun serinlemenin bir yolu da çarşının az ilerisindeki tren istasyonuna kapağı atmaktan geçerdi. Bekleme salonuna yakın bir yerde bulunan çay bahçesi pek çok kişi için can simidi olurdu. Trenin geliş gidiş saatlerinde burası insanlarla dolardı. İnsanlar meraklı gözlerle etrafa bakar, tanıdık bir yüz arardı.
Çocuklara gelince durum değişiyor; biz çocuklar böyle boş işlerle oyalanacak değildik. Tren seferlerinin olduğu günler bizim için yegâne para kazanma fırsatıydı. Diz boyu bir yoksulluğun hüküm sürdüğü bu küçük yerde kazanılacak üç kuruşun çok büyük bir önemi vardı.
Hatıralarım beni bir güne götürüyor: Aylardan temmuz, hava geleneksel sıcağından bir milim taviz vermemiş. Böyle bir günde yolcuların en çok ihtiyaç duydukları şey içi su dolu şişe ya da şişelerdi. Annemin iyice yıkayıp sırtıma yüklediği şişelerle yola koyuldum. Yanımda mahalleden bir arkadaşım var. Önce evimizin önünden geçen Siirt yoluna çıktık, daha sonra da tren raylarını takip ederek istasyona yönelmeye başladık. Satış yapan başka çocukların varlığı da sır değil, kıyasıya bir rekabet bizi beklemekte. Acele etmemizin gereği açık. Açık da bu o kadar kolay değil; hava gerçekten çok sıcaktı. Ayağımızdaki astarsız lastik ayakkabılar yürümemizi daha da zorlaştırıyordu. Lakin ne çare, bir an önce istasyona varmalıydık. Ayaklarımız o lastik ayakkabının içinde pişe örselene vardık istasyona. İstasyonun tam ortasındaki çeşmeden şişelerimizin bir kısmını doldurduk. Burası son istasyon ya, anlayacağınız ilçede oturanlarla sınırlı değil trenin yolcuları. Siirt’ten, Şırnak’tan, çevredeki daha başka yerlerden gelenler var. Memurlar, köylüler, askerler, tüccarlar…
Baştaki vagonlardan birine dalıyoruz.
–Su içen şişe alaaaan!
–Kaça?
–Dolu şişe on, boş şişe beş kuruş.
–Boş şişe beşe olmaz mı?
–Olmaz abi.
–Peki, ver bakalım üç şişe.
Kâh istasyona yeni gelen yolculara yönelerek, kâh kompartımanların içinde dolaşarak satış yapmaya çalışırdık.
–Su almaz mısınız?
–Bizim suyumuz var.
–Yolculuk nereye?
–İstanbul’a.
“İstanbul. Trenin gittiği en uzak yer. İçinden deniz geçen şehir.” Birden içimden dayanılmaz bir biçimde her şeyi bir kenara bırakıp çekip gitme isteği doğmuştu. Elimdeki şişeleri arkadaşıma bırakıp da gişeden bir adet bilet kapsam, böyle yola koyulsam nasıl olurdu? Nereye? İstanbul’a elbet. İyi ama nerde kalırdım? Ne yer, ne içerdim? Gidenler ne yapıyorlardı ki? Onlar ne yapıyorsa ben de onu yapardım. İyi ama ben küçük bir çocuğum. Çocuklar tek başlarına İstanbul’a gitmez mi? Belki gider, belki gitmez. Sahi gider mi? Gitmez. Gitme isteğimin yerini panik ve korku alıyor. Vazgeçiyorum. Sahi gitsem geri döner miydim? Dönerdim. Annemi, babamı özler dönerdim. En çok da arkadaşlarımı… Hayal kurmaktan vazgeçiyorum. Bir başka kopartmana yöneliyoruz. İki şişe satıyoruz. Bir saat içinde tüm vagonları dolaşıyoruz. Satış iyi.
Sefer saati geçti. Tren bir türlü hareket etmiyor. Yolcular sabırsızlanıyor. Oysa alışkın olmaları gerekiyor. Trenin vaktinde kalktığı görülmemiştir. Bu kez tamam galiba. Kapılar kapandı. Tren hareketleniyor. Hiç acelesi yok gibi gidiyor. Son sözler ediliyor. Ağlayanlar var. Ağır ağır yol alan tren istasyonu terk ediyor. Gözden kaybolmadan önce son bir kez uzun ve acı bir düdük öttürüyor. Bu bir vedalaşma. Eve dönme zamanı.
Eve doğru yöneliyoruz. Geriye dönüp, ardımızda bıraktığımız istasyona bakıyorum. Gözüme çarpan ilk şey birbirine eşit aralıklarla dizilmiş sarı binalar oluyor. Kimbilir kaç kez önlerinden kara tren geçmiştir. Kaç insan kavuşmuş, kaçı gurbetin yolunu tutmuştur. Sarı renkli binalar kavuşmayı mı, ayrılmayı mı simgeliyordu? Yoksa ikisini de mi? Birden topraktan yapılmış iki göz evimizi hatırlıyorum. Sarı binalara hiç benzemiyordu. Ders kitaplarından birinde görmüştüm; iki katlı çatılı bir ev. Sarı binalar olsa olsa resimdeki o iki katlı, bahçeli eve benziyordu.
Loş bir karanlık sarmış her yanı. Hüzünleniyorum….
Bir demir yolu çalışanın oğlu olan Öğretmen İbrahim Eroğlu Kurtalan ekspresi ile ilgili çocukluk anısı ile ilgili şiirinde;
Kurtalan Ekspresi
Demiryolcu babamdan sonra,
İlk kez trene bindim.
Babam kokan istasyonlarda el salladım çocukluğuma.... Kemalettin Tuğcu'nun öyküleriyle geçilen ara istasyonlar,
Masal tadında tren yolculukları.... Oğluma anlattım babamlı yolculukları,
Yanarsu istasyonunu, karpuz tarlamızı,
Üç lojmanlık kocaman dünyamızı,
Kurtalan Ekspresinin delikanlı günlerini...
Anlatımlar o günleri bir daha bize hatırlatan güzel bir nostaljidir.